29 Nisan 2020 Çarşamba

AŞK 101: Birey mi Toplum mu? Yoksa Evren mi?


Netflix Türkiye'nin Meriç Acemi'nin senaryo yazımını üstlendiği bir dizi projesi hazırladığını duyunca heyecanlanmıştım. Televizyonda diziler üzerinde total grubu gibi geleneksel bir kitlenin tüm hakimeyetini sürdürmesine rağmen varoluşçu ve nispeten daha elit bir duruş sergileyen üslubuyla Meriç Hanım'ın kaleminin her seferinde başarı elde etmesi, ekranda daha önce dünyaya bu açıyla bakılmamış farklı ve derin pencereler açması kendisini özel bir konuma getirmişti. Diziyi izleme maksadım tamamiyle onun felsefesine tekrardan şahitlik etmek ve lezzetli bir şeyler tatmış olmaktan memnuniyet duymaktı. 

Beklentiler.... beklentiler... beklemeye hakkımız varmış gibi...

Neyse hadi dizinin verdiği mesajları alt başlıklara ayırıp incelemeye başlayalım.

1) Kendin olmak  herkesten farklı olmaktır. Çevrendekilere ve düzene uyum sağlamak bir çarklının dişlisi misali mekaniktir ve sıradanlığa gömülmektir. Bu da beraberinde mutsuzluğu getirir.


Dizide gri ve siyah renkli karakterler işlenmek için ağırlık verilen kesimi oluşturuyor. Evreni onların dünyasından görüyoruz. Beyaz karakterlere ise potansiyel gri gözüyle bakılması salık veriliyor, çünkü beyaz kalmak sıradan olmaktır ve sırf doğa yasalarına itaat etmek gibi yaşam belirtisi göstermemektir, dolayısıyla kendi ruhunu yoğuramadıkça sen sen olamazsın ve varlığın gerçek mutluluğu tadamaz demeye getiriliyor. Peki kendin olmak herkesten farklı olmak gibi bir ön kabule muhtaç mıdır, toplum değerlerine, aile bağına, gayesel bir hayata sırf "kendin olabilmek" için başkaldırmak kendin olabilmek için zorunlu yürünecek yollar mıdır?

Peki ya mutluluk nedir?


Bana göre mutlu olabilmenin yolu iç alemde huzuru yakalamaktan geçer. Ben mutlu olmayı değil memnun olmayı isterim. 


Evrene gözlerimizi çevirdiğimizde müthiş bir ahenkle büyüleniriz ve sükun buluruz. Her  bir canlı birbiriyle uyum içindedir. Bir arı çiçeğin özünü almak için uçarken üzerine yapışan polenleri düşürür ve diğer bir çiçeğin tozlaşarak üremesine vesile olur. İnsan haricinde hiçbir canlı bencil ve faydasız değildir. Evrende bir bedbahtlığa veya karmaşaya şahit olamayız. Orada daima neşe, cıvıltı, umut, sevinç ve düzen vardır. Bu kalabalık çokluk yakaladıkları uyum sayesinde biz zaten bir gibiyiz der. Nasıl ki bir şarkı muhteviyatında pek çok çalgı aleti barındırsa da tek bir ezgi haline gelip kulağımızı okşar doğa da böyledir. Onları süzdüğümüzde birimiz hepimiz için diye bir seda yükseldiğini sezinleriz. İçlerinden bir tanesi diğerini düşünmeden hareket ederse denge bozulur tüm habitat bundan zarar görür ve güzellik silinip yerini kaosa bırakır. Sır, bir değil her şeye rağmen biz olabilmektir aslında.


İşte bu yüzden günümüz insanını mutsuzluğa düçar eden en büyük handikap onun hep bencilce "kendi" mutluluğunun peşinde koşmasıdır. Mutluluğu elde etmeyi tek yönlü ve kazanılması gereken bir savaş zanneder, o savaşı kazanıp ganimet sandığını açtığında lambadan Alaaddin'in Cin'i çıkar gibi mutluluk zuhur edecek, dört bir yanını saracaktır. Tüm yaşamını böyle bir hayalin ve beklentinin mizanına koyan kişi bu savaşta karşısına dikilen her müşkülatı bir engel olarak görüp yok etmek ister. Her taşa kılıç sallar(halbuki önünden alıp yolun kenarına koysa emniyeti sağlamıştı) her kara buluta silah sıkar (şemsiye kullansaydı yağmur onu ıslatmazdı) her gözü kamaştığında pencerelerine tahta çakar(perde takabilirdi) rahatını bozup kapısına ısrarla vurana o da içeriden git diye bağırır ve kapıyı arkasından yumruklar(oysaki biraz beklese o kişi evde kimse yok diye kendiliğinden gidecekti)



Haddinden fazla mücadele yorucudur ve yıpratır. Mutluluğa giden savaşın sertliğinde kalp içine girişin zor olduğu  bir kaleye dönüşür, yol dövüşmekten harap olmuştur ve kılıç sallarken elde derman kalmamıştır. Kimi zaman "Tamam şimdi mutlu oldum galiba." diyecek olsan bile netice seni tatmin etmez, yine bir şeyler eksik hissedersin. Çünkü  o yüce ve kavuşunca tüm dertlerin panzehirini ele geçirecekmişiz gibi gelen o sihirli "mutluluk" denen şey aslında bizim bildiğimiz anlamda ve aradığımız mecrada değildir.  Mutluluk bir varış yeri değildir, kal değildir yani, haldir.

Sinan'ı Anlamak




Dizide Sinan ailesinden sevgi ve kıymet görmediği için hayatı yaşanmaya değmez görüyor. Çünkü tutanacağı hiçbir dal yok, nefes almak için yarına erebilme arzusu ve günü kucaklayabilme sevinci taşıyabilmek için bir motivasyonu yok. Yalnızlaşmış, içine  kapanmış, nihilizmi düstur edinmiş. Buna hatta bir isim takmışlar dizide; bokçuluk. Her şeyi anlamsız görüyor, kelimelere biçilen anlamları sorguluyor ve içlerini boşaltıyor, nihayetinde kendi varlığını bile önemsemiyor.


Fakat insan yaradılışı gereği anlam arayışındadır, anlamlandırma arzusuyla dolup taşar. İnsanı hayatta tutan şey nedir desek yemek içmek gibi basit kelimeler sıralanabilir. Ama hayır, eğer yaşamak senin için bir gaye etrafında şekilleniyorsa, geleceğe dair parlak bir ümit besliyorsan, bir şeylerden hala zevk alabiliyorsan, bir gülü seyrettiğinde güzelliği seni hayran bırakabiliyorsa, göz göze değdiğin birinden gülümse eşliğinde selam alırken yüzün aydınlanabiliyorsa, en saf haliyle yarına dair hala gerçekleşmesini dileğin bir şeylere sahipsen, sen ancak bu sayede yaşama tutunursun.


Birçok depresyon hastasının yemeden içmeden kesildiğini ve kilo kaybettiklerini görüyoruz. Çünkü hayat artık onlara anlamsız ve amaçsız gelmeye başlamış, merak dürtüsünü yitirmişler, yarından herhangi bir beklentileri kalmamış, içlerine kapanmışlardır. Bildiğiniz üzere beynimiz kapkaranlık bir odadır. İçine yönelip evrenden ayaklarını çeken bir insan oranın karanlığında kaybolur ve kendi kendinin zindanını yaratır. Bir hasta ölümden korktuğu için yarına erebilmeyi arzu etmez, o yaşamak istiyordur ve bu sayede iyileşme motivasyonu güder.

Işık ile beraber o da tüm bu doğal arzuları tekrardan hissetmeye başlamıştır ve yaşama döner.




Her ne kadar senaristin dizide savunduğu yöntem bu olsa da Sinan'ın ve disiplin kuruluna verilen diğer üç gencin mutluluğu elde edebilmesinin anahtarı kendileri olabilmesinde saklı değildir, ya da toplumda ayrık otu muamelesi gören o farklı davranışlarını dışlanmışlık damgası yemeden devam ettirebildikleri takdirde oldukları haliyle kabul görme yüzdeleri ve iç huzurları artmayacaktır. Mutsuzsan değişim gerekir, karakterini, eylemlerini değil, belki de sadece bakış açını evrimleştirebilmek bile yeterlidir.




Senarist diğer insanların yani idarecilerin ve kuruldaki diğer öğretmenlerin gençlerin bu

farklılıklarının kökeninde yatan esas sebepleri çözümlemekten yoksun oluş

larını eleştiriyordu. Öte yandan örnek öğretmen olarak gösterilen Burcu Hoca bile gençlerin travma yaratıcı backround'larından haberdar olduğu halde onları iyileştirmek, hayata döndürmek, dikenlerini budayıp gül yapraklarını parlatarak topluma kazandırmak için bir girişimde bulunmuyordu. Kendisi pasif iyiydi. Burcu hoca kuruldaki diğer öğretmenleri merhametsizlikle ve anlayışsızlıkla suçlarken kendisinin de gençlere pek bir yol gösterdiği söylenemezdi. Neticede sen sahildeysen ve denizde birileri boğuluyorsa "Sen kendin çıkarsın ya, yüzmeyi öğren, kendi gerçeğinle yüzleş." diyip kendi haline bırakamazsın. Burcu hocanın he seferinde hayır oyu vererek yaptığı şey boğulana simit uzatmak gibiydi, evet suyun üstünde kalıp ölmekten kurtulmalarını sağlıyordu ama karaya çıkıp sosyal hayatlarına sağlıkla devam etmeleri de pek umurunda değildi.



Kemal Hoca bir sahnede Burcu'ya sen elinden geleni yaptın, çaresizliğini kabullen minvalinde bir şey söylüyordu. Halbuki Burcu hocanın bunca yıl yaptığı tek şey korkaklıktı, kurulda her seferinde çocukların ceza almaması için parmak kaldırmasına neden olan şey adalet duygusu değildi, çocukları bu toplum normlarını hiçe sayan karakterleri sergilemeyen iten yaşantıları üzerine hiç eğilmedi. Sadece ve sadece sorumluluk almaktan kaçıyordu, kaldırdığı bir evet oyuyla bir avuç gencin eğitim hayatını sonlandıracak kadar büyük bir girişimde iradesini kullanmaktan çekiniyor, bunun sorumlusu olmak istemiyordu. Buna konfor düşkünlüğü de diyebiliriz. İnsan iç dengesini stabil tutmak ister. Dolayısıyla tamamiyle o da bencil duygular içindeydi fakat bu derinliksiz hali farkında olduğu bir yönü değildi. Zamanla o da bunun farkına vardı ve içindeki özü keşfetmeye ve kendi kararlarını alırkenki motivasyonunu sorgulamaya başladı.

Senaryoya dair eleştirilerim ve eksik bulduklarım

* Gençlerin bir insanın iyi mi yoksa kötü mü olduklarını test ederken kullandıkları ceket yöntemi işlevsizdi. Dünyanın en iyi insanı da olsa sağanak yağış altında kimse kimseye ıslanmak pahasına kendi montunu vermez, bu tip hayatta kalma, varlığını devam ettirebilme, vücut bütünlüğünü koruma arzusunun giderilmesinin ahlak ilkelerine tercih edilmesi kişiyi kötü yapmaz. Sinan'ın Kemal hoca ile spor odasında gerçekleştirdiği sohbetin ardından mizacı hakkında bir ipucu elde edemese de "özünde" iyi bir insan yargısına varması oldukça dayanaksız bir argümandır. Kişinin iyiliği derinlerinde değil eylemlerinde tezahür etmelidir. Biraz zorlama bir çıkarım yapılmaya çalışılmış.

* Burcu Hoca'nın nişanlısının Trabzonlu olduğu özellikle belirtiliyor, muhtemelen Anadolu ya da şark diyebileceğimiz bir zihniyet kalıplaştırılıyor ve kendisi metin üzerinde bir "tip" olarak karşımıza çıkıyor. Köylü kurnazı, para düşkünü, iki yüzlü, geleneksel ataerkil aile reisi olma arzusuna sahip, yüzeysel bir kişiliği simgeliyor. Gel gelelim Burcu hoca vakti zamanında kendisinden bir hayli farklı böyle bir erkekle nasıl sevgili olabildi, bu birliktelik hangi duygu ve fikir ortaklığı üzerine kurulmaya başlandı, hiçbir fikir edinemiyoruz.

* Ayrıca sorunlu bir aile ortamında büyüyen bu çocukların kötü eylemlerinin nedeni olarak yaşantılarının onları bu karaktere itmesini sunmak meşru bir yol mudur? Bunu geçerli bir mazaret kabul edersek insanı rüzgarda savrulan yapraklara benzetmek ve mücadele eden iradesini yok saymak gerekir.


Mayıs 2020