18 Haziran 2018 Pazartesi

De tu ventana a la mía (Pencerenden Pencereme): Bir İspanyol Filmi İncelemesi

Birkaç ay önce La Novia isminde bir İspanyol filmi seyretmiştim. Aşkın sanatkarane bir üslupla anlatılışını, yönetmenin estetik manzaralar sunuşunu çok beğenmiştim. Vaktim varken aynı yönetmenin başka bir eserini daha izlemek istedim ve senaristliğini de üstlendiği 2011 yapımı De tu ventana a la mía'ya rastladım.

Fakat piyasada Türkçe çevirisi yoktu. İngilizce alt yazılı online izlemek de mümkün olmayınca el mahkum İngilizce alt yazısını bulup Türkçe'ye kendim çevirmek zorunda kaldım. 2 yıldır film çevirisi yapmaya ara verdiğim için sonradan izlediğimde birkaç yerde gramer hatası yaptığımı fark ettim, kusura bakmayın :) Eğer izler ve sanat filmi olması dolayısıyla anlamakta tereddüt ettiğiniz yerler olursa ben buradayım. Hint filmi çevirilerimden tanıyanlar twitter'ımdan da ulaşabilirsiniz.

Filmde 3 farklı kuşaktan 3 farklı mevsimde yaşamış, dünyayı yalnızca bulunduğu küçük pencereden izleyen, hayata dokunamayan, yalıtılmış bir havuzun içinde çırpınıp duran 3 kadını ve onların var oluş çabalarını tekil hikayeler olarak izliyoruz. Yer yer çeşitli ortak metaforlar kullanılarak bu 3 hikaye birbirine bağlanıyor. Bu sayede 3 farklı kadının aynı zemin üzerine oturtulmuş benzer yaşamlara sahip olduğunu görüyoruz.

Metaforlara değinelim.

Gelincik: 



Bu hikayede gelincik bir yorgan motifi olarak kullanılıyor. İsabel hiç ihtiyacı olmayan ve muhtemelen eline geçtiğinde beğenmeyecek birine bu gelincikli yorganı doğumgünü hediyesi olarak dikiyor. Belki de bu metafor olumsuz sonuçlanacağını bildiğimiz, neticesine değmeyeceği halde ümitle bir şeyler için çabalıyor olmamızı temsil ediyordur. Bazen sonunda mutsuz olacağımızı, verdiğimiz kıymete ya da çabaya rağmen hüsranla, bir yıkımla kucaklaşacağımızı bilsek de vazgeçmeyiz, kendimizi kandırmak, güzeli, iyiyi düşünerek nefes almak, bu umudun sadece yoluna başkoymak bile bizi yaşama tutundurmaya yeter.  




Bu hikayede gelincik Violeta'nın kırılganlığını, hassaslığını, zayıflığını temsil ediyor. Aynı zamanda aşkın rengi olan kırmızıyı da içinde barındırıyor. Ne yazık ki gelincikler çok kısa sürede solarlar ve en ufacık darbede yitip giderler. 




Gelinciklere daha çok buğday tarlalarında,kırlarda,yol kenarlarında rastlanır. Bu hikayede gelincik zorluklara direnerek yaşam mücadelesi veren, Güneş'in altında, çamurlu yollarda var olmaya çalışan bir kızın yanaklarının renginin tasvir edilişinde ortaya çıkıyor.


Balık fanusu: 




Korumak ve beslemek için bu küçücük fanusun içine sıkıştırılmış balıklar tamamiyle Violetta'nın hastalıklı tabiatı sebebiyle amcası tarafından bir cam bebek gibi hassasiyetle yetiştirilişini, dış dünyadan muhafaza edilmek için eve hapsoluşunu temsil ediyor. Öyle ki bir sahnede yaşadığı travmanın acısından kurtulmak için kendini balıklarla dolu bir küvete sokuyor. Bu aslında onu içine çeken bir girdap, mahzen.

Kırmızı bir ip yumağı




Geçimini hayvancılıkla sağlayan İnes'in hayvan yünlerinden yaptığı beyaz ipliğin kopmasıyla İnes'in parmağı kanar ve yumak kanı emerek kıpkırmızı bir hal alır. Ve yumak yuvarlanarak diğer hikayedeki kadının ayaklarının altına kadar gelir. Bahsettiğimiz yaşantı ortaklığı böyle oluşur. Filmin sonunda çalan şarkıda da Nehrin uzağa götürdüğü çok fazla kan' dan bahsediliyordu. Belki de bu kanın değdiği yumağın hikayeler arası geçisi bir acının, bir günahın, bir umudun, bir hayalin o kırmızılığa atfedilen her neyse insanlığa ait ortak bir değer olduğunun ve etrafına yayılmaya muktedir olduğunun göstergesidir. 


Özgürlüğü, affı, kurtuluşu bildiren kırmızı mektup zarfları




Uçsuz bucaksız bir tarla 
Sizde ne çağrıştırır bilmem. Belki emek verip üzerinden alınacak bir hasadı düşünürseniz sizin için umuttur, bu tarlayı aşıp bir yere gitmek zorundaysanız sizin için zorlu bir mücadelenin temsilidir. Hayatınızda her şey yolundaysa sevdiğinizle yürürken bu tarlada esen rüzgar size tatlı bir esinti olarak gelir, ama sevdiğiniz yanınızdan alınmışsa ümit etmek size acı veriyorsa o rüzgar ızdırabınızı daha da körükler.




Filmin odak noktasındaki 3 kadının hikayesine sırasıyla değinelim.


VİOLETTA



Gelincik metaforunun Violetta olan ilişkini yukarıda anlatmıştım. Violetta bu filmde zayıf tabiatlı oluşun, kırılganlığın, hem çabucak solup gidebilecek narinliğe hem de bir kelebeğin kanadındaki güzelliğe eş değer oluşun temsilcisi. 


Kelebeklerin başkalaşımlarıyla ilgileniyor. Postacı ona bir kavanoz dolusu tırtıl getiriyor, kelebeğe dönüştürebilsin, buna tanık olabilsin diye. 

Bir tırtıl badireler atlarak, evreler geçirerek aheste aheste kudretine kavuşup bir kelebek halini alır. Tırtılın narin ve güçlüklerle başlayan bu yolculuğu Violetta'nın zayıf fıtratına denktir, tırtılın geçirdiği bu değişim sonucunda kelebeğe dönüşümü Violetta için bir umut olabilir. Ya da tırtılın kelebek olup kanatlanıp uçacak olmasını bekleyişi kendisinin de bu sığındığı hapsolduğu evden özgürleşebilmesinin ya da ümit ettiklerine kavuşabilme arzusunun tezahürüdür. 



Yukarıda bekleyiş ve umut kelimelerini Violetta'nın aşk hikayesini de yansıttıkları için kalın olarak yazmayı tercih ettim. Yer alan tren istasyonu da bunun ince bir sembolü.


Hayallerle, hatıralarle gerçekleşmeyecek bazı şeyleri ümit etmeyi başarabilmek de insanın hayata tutunmasını sağlayabiliyor. 

Bir yerlerde birisinin seni seviyor olduğunu bilmek de...  Ya da çiçek özlerinden oluşan bir suyla iyileşemeyeceğini, tedavi olunmayacağını bildiği halde ısrarla onu içmeye devam etmeye mahkum olmak gibi.

Beklemek mutlu olmanın, akabininde huzura kavuşabilmenin ön koşuludur. 


İNES


İnes yukarıda tarla metaforunun anlatımında yer alan çelişkileri yaşayan kişi. Aslında metaforları anlatırken kendi hikayesine büyük ölçüde değinmiş oldum. İnes uzun yıllar sevdiği adamı bekleyen, tedirginliklerle dolu bir atmosfer içinde ona kavuşmuşken dönemin siyasi buhranları yüzünden kocasından ayrı düşen bir karakter. Filmin başında "Bu adil değil." demişti. Malesef adaletin tesis edilememesi insanoğlunu ızdırap içinde bırakıyor. İnes'in yaşadığı doğanın çetin manzaraları, rüzgar, kum, buğday tarlaları, mağaralara hapsolmuş oradan kurtulma ümidiyle gün ışığını gözetleyen mahkumlar, onlara ulaşmak için aşılıp gidilen uzun yollar, birkaç sigara dalıyla havaya yayılıp yok olacağına inanılan acılar... Ama yok olmuyor işte. İnes bir sahnede kendisini görmemek için aynaları örtüp onları bir yere kaldırıyor. Bu aslında acısından kaçısının bir göstergesi ya da mutlu sona dair içte ümit yeşertmenin ancak acının yok sayılabilmesiyle en azından gözardı edilebilmesiyle mümkün olduğu gerçeğini bizlere gösteriyor.



Bu sahnede çaresizliği o kadar etkileyici bir biçimde göstermişlerdi ki. Bir yumurta, sepeti, sadece bir yumurta sepeti nasıl bu kadar hayati anlam barındırabilir? Tek başına kalmak, çareleri tüketmek, olmazı olur hale getirmenin her çırpınışa rağmen imkansızlaşması. Haykırışlarının peki dağlar boyunca yankılanıp bir kuytuyu delip geçmesi?


LUİSA


Bir diğer karakter de Luisa. Bir evin içerisinde, pencere kenarında dikiş dikerek yalnızca akan hayatı seyretmiş, bir eşe ve çocuklara sahip olamamış hasta bir kadın. Hayalleri var, peşinden gitmediği, gitmekte kendisinde kudret bulamadığı. Dile getiremedikleri var, yaşayamadıkları var. Onu seven birisi var ama farkına varamıyor, çünkü "Ben iyi değilim, değersizim" dediği üzere başarısız bir benlik algısına sahip. Yine de filmlerdeki gibi bir aşk hikayesi yaşamadan, filmlerdeki gibi öpülmeden ölmemek gibi bir arzuyu içinde taşıyor. 

Kurtuluşun yolu ruhu özgürleştirmekten geçiyor, bazı şeyleri kabullenmekle, kabul edilenlerle ileriye doğru yürüyebilme cesaretine sahip olmakla ve tabi ki değişmekle...


" KİM DEMİŞ HER ŞEYİN KAYBOLDUĞUNU? BEN KALBİMİ SUNMAYA GELİYORUM. "



Cansu K
18.06.2018


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder